İDEOLOJİK YOLDAŞLIK?

12 Tîrmeh 2014 Şemî

Yolcu olabilmek için öncelikle yolda olmak gerekir. Yoldaş olabilmek için de aynı yolda olmak gerekir

Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi

Yeni yaşama dair aradıklarını Özgürlük Hareketi’nde bulmuş ve özgür yaşamak isteyen genç yoldaşların nasıl bir dünyaya giriş yaptıklarını bilmeleri çok büyük önem taşır. Doğru bir başlangıç yapmak, doğru şekillenmek ve an’ı, geleceği bu doğru başlangıç üzerine kurmak özgürce solumak için gerekli. Özgürlük hareketi saflarında olunduğu halde, birbiriyle tezat onca duruşun ortaya çıkmasında -başlangıçlara çakılıp kalma anlamında olmamak üzere- yapılan başlangıçların direkt etkisi vardır. Yolun gereklerine göre yola girip öyle yürüyenlerle, yolun gereklerine göre değil de kendi yollarının ölçülerine göre davrananların ulaştıkları yerler farklı olmuştur, olmaktadır. Özgürlük hareketi saflarındaki bu kadar farklı duruşun altında yatan gerçeklik tam da budur: yollar farklı. Yürüyüş yola göre mi, kendine göre mi? Dolayısıyla geleceklerini merak eden gençlerin kahin olmadan bunu görmeleri mümkün. Toplumsal hafıza gereği öncüllerine bakarak, gelecekteki hallerini hemen anlayabilirler. Güzelleşmek, sevilmek ve özgürleşmek amacında birleşen bu insanların bu amaçlarına göre oluşmaları için kimi gereklilikler var. Her işin, her oluşun bir usulü olduğu gibi APOCULAŞMANIN da bir usulü vardır. Usulüne göre yapılmayan işler nasıl ki başarısız oluyorsa, usulüne göre olmayan APOCULUK da APOCULUK olmuyor. O halde APOCULUĞUN usulü nedir?

Kendisiyle yoldaş olunmak istenen kimlik, yani Önderlik gerçekten de nasıl bir gerçeklik? Özgürlük ve demokrasi için mücadele etmek, onunla yoldaş olmak için yeterli mi? Önderliğin çeperinde olmak, onun etki sahasında bulunmak, ondan beslenmek, onun söylediklerini tekrarlamak, onunla yoldaş olmaya yeter mi? Dahası bağlıları bu kadar çok olan ve çevresinde bu kadar insanın bulunduğu bu Önderliğin gerçek anlamda ne kadar yoldaşı var? Onunla yoldaş olmak dar anlamda iki kişinin aynı yolu paylaşması mıdır acaba? Çok önemli olan ‘yol arkadaşlığı’ Önderlik ve onunla yoldaş olmak isteyenlerin ilişki diyalektiğine ne kadar uygulanabilir? Yoldaş olmak mı, yola girmek mi? Peki, ya Önderlik yolun kendisi olmuşsa?

Önderlik birilerinin sınırlarını çizdiği bir yola hiç girmemiştir. Başkalarının yolunda değildir. Daha baştan beri kendi yolunu kendisi bulmaya çalışan, özgürlüğe, kendiliğe tutkuyla bağlı biridir. Daha yedi yaşındayken kendi annesinde sembolize edilen mevcut toplumsal gerçekliğin çizdiği sınırları kabul etmeyen bir duruştadır. Kendi yolunu kendisi çizmeye daha o yaşta yeltenmektedir. O nedenle o hazır bir sisteme dahil olan değildir. Kuşkulu kişiliği sayesinde ince eleyip sık dokuyan, sorgulayan, arayan ve doğru yolu kendisi bulandır. Mevcut sistem karşısında en iyimizde yaşandığı gibi dar-tepkisel bir duruşta da değildir. Pozisyonu tepki duyan, daralıp küsen, kendini verili toplumsallıktan yalıtan değildir. Tersine mevcut toplumsallığın bir çocuktan beklediğinin üstünde bir duruşun sahibidir ve eğer isterse verili toplumsallığı en iyi yapabileceğini herkese göstermektedir. Herkeste saygı uyandıran bu duruşuna rağmen kuşkulu kişiliği sayesinde yerinde durmaz, mevcut olanla yetinmez, yeniyi arar ve bulur. Bekleyen değil, alternatifi ortaya koyandır. Yani inşacıdır. Gerçekten de Önderliğin daha başından beri en temel karakteristik özelliği yapıcılığıdır. Kendini oluşturan, kendisini doğuran bir gerçekleşmedir, yaşanan. Zaten Önderlik ile en temel ayrım noktamız da bu oluyor. Biz başkaları tarafından şekillendirilirken, o kendisini yaratıyor. Biz nesne pozisyonundan yeterince çıkmazken, o nesne olma halini ortadan tamamen kaldırıyor. Bir oluşum akışı halinde günümüze kadar gelen bu Önderlik gerçeğinin vardığı bir yer var. Bu yeri doğru anlamak ve ona göre pozisyon almak doğru yolda yürümenin de anahtarı oluyor. 

 

Yolcu Olmaktan YOL Olmaya Geçiş

Yola girilmişse, yol kimseyi kayırmaz, kimseye torpil yapmaz, adil davranır, kendisini tercih edenleri, yolda yürüyenler yürüdükleri müddetçe, aynı yere çıkarır. Nitekim bunu hem egemenler hem de ezilenler cephesinden tarihi ve güncel örneklerinde de görmekteyiz. Bencillik yolunda emin adımlarla ilerleyenler, her geçen an insanlıktan çıkmaktadırlar. İnsanlık onlarla utanç duyuyor. Gerçek insanlık onlar gibi insan müsveddesi tipler kendi içlerinden çıktığından evrenden, evrenin tüm bileşenlerinden özür diliyor. Onlardan kurtularak evreni kurtarmayı amaçlıyor. Sadece insan toplumu için değil oluş için kanserli bir yaratığa dönüşen egemen insan gerçekliği, bencillik yoluna düşmüşleri adına, sanına, ırkına, cinsiyetine, yaşına bakmaksızın aynı yere çıkarıyor: insanlıktan düşüş. 

Ezilenler için de aynı şey geçerlidir. Hakikatin yitiminden sonra onu arayanlar, hakikat yoluna girenler, kendilerini insanın doğasına bağlayanlar da aynı sonuca ulaşmışlardır. Terzi Hermes insan-tanrı diyalektiğini insan merkezli koyarken, Hallac ‘En’el Hak’ derken, Buda Nirvana’ya ulaşırken ve Önderlik de ‘ben evrenim’ derken hep aynı yolun yolcuları olarak aynı sonucu dillendirdiler. Aynı yolda yürüdüler ve o yol hepsine de adil davrandı, onlara kendi içlerindeki ışığı gösterdi. Böylelikle girdikleri hakikat yolunda, yol’un kendisi oldular.

Önderlikte yaşanan bu hakikat gerçekleşmesinden dolayı, onunla yoldaş olmak, iki kişinin yaşadığı bir yoldaşlığın ötesindedir. Önderlik mevcut durumda bir yaşam duruşudur, bir özgür insan gerçekleşmesidir, bir tarzdır, girilmesi gereken yoldur. Yolun kendisi olmuş bir hakikattir. O artık anlaşılmış gerçekliktir. İspatlanmış başarıdır. Onun izinden gidilerek onunla yoldaş olunabilir. Ona katılmak, onu pratikleştirmek, onunla yoldaş olabilmektir. Ona yoldaş olmak, onun yoluna girmek ve o yolda yürümektir. Burada söz konusu olan aynı yola çıkmış olan iki arkadaşın bir paylaşımı değildir. Esas olan özgür insana nasıl katılınacağı sorusuna doğru cevaplar verebilmektir.

Önderlikle yoldaş olmaktan ziyade onun yoluna girmek daha doğru bir anlama düzeyidir. Zira girilmesi ve yürünmesi gereken yol bellidir. YOL’un adı APOCULUK’tur. YOL olmuş olan Önderlikle yoldaş olunmaz, o YOL’A girilir. APOCULAŞMAK da an’da özgürlük gerçekleşmesi olduğundan ve sürekli bir oluşmayı gerektirdiğinden, O da APOCULAŞMAYA çalıştığını belirtir. Böylelikle YOL olmuş Önderlik, aynı zamanda o YOL’da yürüyen oluyor. ‘İvmeli yürüyüş’ünü ulaştığı hakikat düzeyinin bir gerçekleşmesi olan o YOL’da sürdürürken, o YOL’da yürüyenlerle YOLDAŞ da olmuş oluyor. Böylelikle hem YOL hem de YOLDAŞ olmuş oluyor, özgür insan duruşu.

 

Yola Nasıl Girilecek, Nasıl Yoldaş Olunacak?

Yolcu olabilmek için öncelikle yolda olmak gerekir. Yoldaş olabilmek için de aynı yolda olmak gerekir. Peki, Önderlik ile yolumuz ne kadar bir, ne kadar aynı yolda yürüyoruz? Yolumuz bir ise, aynı yolda isek, peki tarzda, tempoda, duyguda, düşüncede ve bir bütün olarak duruşta yaşanan bu uçurum da neyin nesi? Yolun adil olduğundan ve kendisini takip eden herkesi aynı kapıya çıkardığından bahsetmiş ve buna tarihten örnekler vermiştik.

‘Genelde devlet odaklı özelde kapitalist modern yaşamdan kopmuş’ ve ‘hiyerarşik devletçi sistemden tam kopmayı’ kendi deyimiyle ‘en büyük özeleştiri’ olarak vermiş Önderlikle yoldaş olmak istiyoruz. Kiminle yola çıktığımızı, nasıl bir insanla karşı karşıya bulunduğumuzu, onunla olmanın bize nasıl bir sorumluluk yüklediğini, bağlantılı olarak nasıl davranmamız gerektiğini bilerek yola çıkmamız çok önemli. Neyle uğraştığımızı bilelim. Sistemle kurduğumuz ya da sistemin bizimle kurduğu bin bir bağlı gerçekliğimize rağmen, sistemden tam bir kopuşu gerçekleştirmiş bir Önderlikle yoldaş olmak istediğimizi iddia ediyoruz. Doğru anlamayı gerektiren bir sorunun olduğu açık. Nedenlerine girmeyeceğimiz bu sorundan nasıl çıkacağımıza odaklanalım.   

Yoldaş olmak yani içinde erimek istediğimiz gerçekliğin özü şudur: hiyerarşik devletçi sistemden tam kopuş. Hemen “ya bunca yıldır üzerimizde etkide bulunan bu sistemden öyle hemen kurtulmak mümkün olmuyor” diyenlerimizin çokluğu hissedilebiliyor. Eğer Önderlikle yoldaş olunacaksa bu tam olmalı. Öyle yarım, çeyrek katılımla yola girilemeyeceği, dolayısıyla yoldaş olunamayacağı açıktır. Bu duruşla olsa olsa Önderliğin çeperinde yer alırız, etki sahasında bulunuruz. Bu duruşla Önderlikle olan farkımızı hep korumuş oluruz, ne onunla oluruz ne de onsuz yapabiliriz. YOL olan Önderliğimiz “Yoldaşlık ilişkilerini iyi kavramak gerekir.” diye başladığı değerlendirmesinde, YOL’a girmenin, YOL’da yürümenin, dolayısıyla YOLDAŞ olmanın usulünü kendisi belirliyor. Belirttiklerinin özünü olduğu gibi koruyarak, onları sadece maddeleştirerek tanımlarsak:

·                    “Yoldaşlık ilişkileri toplumsal ilişkilerin özünü yansıtır veya yansıtmak durumundadır.

·                    Tarihsel toplumu olduğu kadar geleceğin toplumunu da yansıtır.

·                    Esas olarak ideolojik ilişkilerdir; ideolojinin açığa vurduğu ve ortaya çıkmasına yol açtığı hakikat ilişkileridir.

·                    İki yoldaşın birliği bu anlamda sadece ideolojik birlik olmayıp, ideolojik kapasitenin yol açtığı hakikat birliği olarak yaşanmak durumundadır. İki yoldaş eğer gerçekten yoldaşlık sırrına erip birlik olmuşlarsa, bunu hakikatin güçlü temsili olarak kavramak gerekir.

·                    Yoldaşların yoldaşı olmak, temsil edilen hakikatten pay almak demektir. Bunun dışında boşuna yoldaş tanımı aramamak gerekir.”

Hangi duruşlarla yola girilemez, yoldaş olunamaz:

·                    Büyük hakikat derdi olmayanların ‘yola’ girmemeleri gerekir.

·                    Basit hevesler, güdüler ve çıkarların peşinde olanlar asla yoldaş olamazlar. Bunlarla yoldaşlık yapılamaz.

·                    Kör inançların, fanatik duyguların meczubu gibi olanlar da yoldaş olamaz.

·                    Hele hele karı-koca ideolojisini aşmamış, basit eril-dişil ilişkisini kırıp zihniyet dünyasını özgürleştirememiş olanlar yoldaşlıktan dem vurmamalı ve bu yola girmeye boşuna heves etmemelidir.

·                    Yoldaşlık ilişkisi para, mal, mülkiyet, karılık-kocalık, tüketim eşyalarına heves etme, nefsinin peşinde koşma, iktidar derdine düşme, kör cesaret veya korkuya kapılma gibi hakikat yolcusu olmaktan ve temsil edici kimliğine varmaktan alıkoyucu her türlü ilişki, düşünce, söylem ve eylemden uzak tutulmalıdır.

Peki, ne yapmalı?

·                    Bu yönlü tehlikelere başarıyla karşı koymalı; aynı zamanda büyük hakikatleri her koşul altında söylemleştirecek ve eylemleştirecek ideolojik, politik, ahlaki ve örgütsel donanımla yüklü olmalıdır.

·                    Birleşilmesi, birlik olunması düşünülen parti ancak bu kapsamdaki yoldaşlık ilişkileriyle gerçekleştirilebilir, tarihsel toplumun ve geleceğinin sözcüsü ve iradesi olabilir. PKK de ancak bu ölçülerdeki yoldaşlık ilişkileriyle tarihsel ve toplumsal rolünü oynayabilir.” (Demokratik Uygarlık Manifestosu- 5. Cilt)

 

Aslında yapılacaklar nettir ve anlaşılmaz da değildir. Duruşlarımız yapılması gerekenleri zorlu kılıyor, hepsi o. Kişiliklerimiz bencillik tarafından o kadar sarılıp sarmalanmış ki, bizi çeken o kadar şey var ki, bunlardan sıyrılıp kendimizi yapılması gerekenlere veremiyoruz. Biz’deki toplumsal gerçekliğimiz düşmüş yola, ilerliyor. Mutlak kötü değil bu yol, ama hakikatin yolu da değildir. Bu yolun varacağı nokta bellidir: öncüllerimizin hali. Dolayısıyla eğer yolumuzu değiştirmezsek önümüz öncüllerimizin halidir. Bu apaçık ortada olduğu ve bilindiği halde, bencillik, “olsun yine de ben görmek istiyorum, yaşamak istiyorum, denemek istiyorum” dedirtiyor ve uygulatıyor. İşte bu belirlenmişliktir, kendine güç getirememedir, kendini yönetememedir, nesne olma halidir. Böylesi bir şekillenişte var gibi gözükse de aslında yoktur irade. Duygular, güdüler, düşünceler, istemler, amaçlar hep belirlenmiştir. Oysaki yoldaş olmak istediğimiz Önderlik gerçeği farklı yerde durur. O insanlıkla kuklalarla oynar gibi oynayan bu ceberut sistemi reddetmiş, ondan kopmuş olandır. Onların istediği gibi olan değil, insan doğasına uygun olandır.

Bu Önderliksel gerçekleşme gelinen aşamada kişisel, örgütsel, toplumsal ve tarihsel sorunların çözümünü ‘demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü’ paradigmaya bağlamış haldedir.

Psikolog aramaya gerek yoktur, yaşadığımız tüm kişisel sorunlar bu paradigmaya girmemeden kaynaklandığı gibi bu sorunlardan kurtuluş da bu paradigmaya giriş ve buna uygun pratikleşme ile gerçekleşecektir.

Örgütsel tüm krizlerimiz bu paradigmaya göre olmamaktan kaynaklandığı gibi, krizli hali aşarak çözüm gücü olmak da bu paradigmaya göre olmaktan geçer.

Toplumsal çürümüşlük ilk toplumun paradigması olan bu paradigmadan uzaklaşıldığı için gerçekleştiği gibi, toplumsal doğaya dönüş de ancak bu paradigmayla mümkün olabilir.

Tarih bu paradigmadan koptuğu oranda lanetli hale geldi, sorun üretmenin zamanı oldu, bu paradigmayla tarihsel toplumun akışı olabilir, kendiliğini kazanır yeniden.

Katıldığımız, katılmak istediğimiz, kendimizi yoldaşı yapmak istediğimiz Önderlik bize bu paradigmayla özgür insan olmanın, tüm toplumsal sorunları çözmenin ve artık toplumsal sorun yaşamamanın anahtarını veriyor. O halde bizi YOL’da tutacak, Önderliğin gerçek birer yoldaşı kılacak olan bu paradigmaya daha yakından bakalım.

 

Yeni Paradigma Rehberliğinde YOL’da Yürüyüş

Kapitalist modernist güçlerin Önderliğimizi her açıdan yok etmek için kurgulayıp pratikleştirdiği İmralı sisteminde, özgürlüğü temel karakteristiği haline getirmiş olan Önderliğimiz, çok büyük bir derinleşmeyi yaşadı. AİHM’e sunulan ilk savunmalar dizisi klasik bir savunmanın ötesinde dünya-sistem analizidir. İşte bu kuramsal yoğunluk içinde 2003 yılı ve sonrası, hareketimizin yeni paradigmal dönemi olur. ‘Demokratik-Ekolojik ve Kadın Özgürlükçü Paradigma’ diye tanımlanan bu paradigmayla devletçi paradigmadan kopulmuş oldu. ‘Genelde devlet odaklı, özelde kapitalist modern yaşamdan kopuş’ bu yeni paradigmanın özünü oluşturan cümle oluyor. Toplumun komünal ve demokratik olan özünden, doğasından kopmanın sonucu bir sapma olarak yaklaşık yedi bin yıl önce gelişen hiyerarşik devletçi sistemden kopuş bu yeni paradigmaya göre, tüm toplumsal sorunlardan kurtulmanın yegâne yoludur.  

Bu paradigmaya göre, devletçi zihniyetle ve devletleşerek toplumun -bağlantılı olarak örgütlerin, kişilerin- sorunlarını çözmek mümkün değildir. Çünkü devlet egemenlerin zihniyetinden çıkmıştır ve onların en örgütlü kurumudur. Hiçbir toplumda devletli kesimler %10’un üzerine çıkmazlar, devlet birilerinindir, herkesin değildir. Yeryüzünde ve tarihte tüm toplumun olan bir devlet yoktur, olmamıştır. Devlet ile toplum arasındaki ilişkiyi ‘Ne kadar çok toplum o kadar az devlet, ne kadar çok devlet o kadar az toplum’ formülasyonu verir. Tarihi böyle okuyarak devleti kanserli hücreye benzetir. Nasıl ki kanserli hücre normal olmayıp, organizmaya dıştan yerleşiyor ve sonrasında da diğer normal hücreleri yiyip bitiriyorsa, devletin toplum içinde oynadığı rol de böyledir. Devlet büyürken, toplum küçülür; devlet güçlenirken toplum zayıflar. Bu devlet olgusunun özüdür ve sıfatına bakılmaksızın tüm devletler için geçerli olan en temel husustur. İşte bu nedenledir ki ezilen tüm toplumsal kesimlerin istemlerinin, amaçlarının devletleşerek gerçekleşeceğini sanmak yanlıştır ve bu olamaz. O nedenle ezilenler açısından gerekli olan, devletleşerek sorunları çözmek yerine, devletleşmeyerek, ona karşı direnerek toplumsal doğaya uygun örgütlenmelerle sorunların çözümünü esas almaktır.

Hiyerarşik devletçi sistem ortaya çıktığından beri özgürlük eğiliminin bir gereği olarak onu yalnız bırakmayan, ona karşı hep bir direniş içinde olan toplumsal kesimlerin sisteme alternatif olamamalarının, bir süre sonra sistem içinde erimelerinin temel nedeni olarak devletçi sistemden kopamamayı görür. O nedenle toplumsal sorunların (İktidar Sorunu, Toplumun Ahlâk ve Politika Sorunu, Toplumun Zihniyet Sorunları, Toplumun Ekonomik Sorunları, Toplumun Endüstriyalizm Sorunu, Toplumun Ekolojik Sorunu, Toplumsal Cinsiyetçilik, Aile, Kadın ve Nüfus Sorunu, Toplumun Kentleşme Sorunu, Toplumun Sınıf ve Bürokrasi Sorunu, Toplumun Eğitim ve Sağlık Sorunu, Toplumun Militarizm Sorunu, Toplumun Barış ve Demokrasi Sorunu…) çözümü için devlet dışılığı düşünmek ve devlet dışı olmak şarttır. Devletçi zihniyet ve devletleşmek sorunları çözemez, çünkü tüm bu sorunların yaratıcısı zaten bu zihniyet ve yapılanmadır. Sorunların kaynağı olan bir zihniyetle aynı sorunlar çözülemez.

Tüm bu tespitler çerçevesinde PKK 2003 yılından itibaren devlet kurabilme gücünün olup olmadığına bakılmaksızın ve sadece Kürtler için değil, tüm toplumsal kesimler için devletleşmeyi bir tuzak olarak görür. Ahlaki ve politik toplum diye tanımladığı doğal toplumu, organik toplumu insan türünün var oluş koşulu, eko-sistemi olarak görür. Devleti de bu eko-sistemle oynama olarak görür. Bu nedenle de devletçi zihniyeti ve devleti insan-toplum olmaktan uzaklaşma, sapma, karşı-devrim olarak görür. Bundan uzak durulması gerektiğini belirtir, çünkü tarihte ve güncelde bundan kurtulamamış onca hareket olmuştur. Tarihte demokratik komünal değerlerin savunusunu yapan, bunun için egemenlere karşı mücadele veren tüm sistem karşıtı çıkışların sistem içinde erimelerinin nedeni olarak da devletçi sistemden kendini kurtaramamayı görür. Geçmişin ulusal kurtuluş hareketleri olarak tanımladığımız etnisite direnişleri, geçmişin sosyal demokrat hareketleri olarak tanımladığımız peygamberlik çıkışları, her türden ezilen sınıf kalkışmaları, Marksizmin ekolleri (reel sosyalist sistem, ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyal demokratlar) ve daha niceleri az bedel ödediklerinden, eksik çalıştıklarından dolayı sistemin içinde erimediler. Zihniyetleri önemli ölçüde devletçi olduğundan, model olarak da devleti tüm sorunların çözüm anahtarı olarak gördüklerinden eridiler. Yani araç olarak belledikleri devlet, amaç olarak belledikleri özgürlük, eşitlik, adalet vb demokratik komünal değerleri yuttu. Bu kaçınılmazdı, çünkü devletin mayası ve özü bozuktu. O kaçınılmaz olarak kötüydü, onunla toplumun sorunları çözülemezdi. Tam da bu noktada PKK Önderliği ‘eğer eski paradigmayla başarıya ulaşsaydık, yani devletleşseydik, sonumuz KDP ve YNK gibi olacaktı’ dedi. Ontolojik olarak karşı olduğu KDP ve YNK gibi olmamak, sistem içinde erimemek ve sistem karşıtı tüm güçlerin özlemlerini başarıya ulaştırabilmek için de merkezi uygarlık sisteminden ve onun güncel versiyonu kapitalist moderniteden kopmak yapılması gereken en öncelikli husustu. O açıdan PKK toplum için gerçek kurtuluşu merkezi uygarlık sisteminden ve onun günümüzdeki temsilcisi kapitalist moderniteden kopuşta görür.

Bu tarih okumasına göre, merkezi uygarlık sisteminin her dönemi köleliktir. Marksizm köleci dönemi sadece doğal toplumla feodal dönem arasına sıkıştırırken, bizim tarih okumamızda hiyerarşik devletçi sistem tüm dönemleriyle birlikte bir kölelik sistemidir. Bu çerçevede doğal toplum ile devletin çıkışına kadarki dönemi, bizler ‘hiyerarşik aşama’ olarak tanımlıyoruz. Bu dönemde henüz bildik anlamda kölelik olmamasına karşın, jerontokratların eğilimi bu olduğundan ve toplumun organik olan yapısından ilk kopuş bu dönemde geliştiğinden, biz bu döneme, ‘Köle Toplumun Doğuşu’ deriz. Bilinen köleci dönemi ‘Köle Toplumun Oluşumu’, bilinen feodal dönemi ‘Olgunlaşmış Kölelik Dönemi’, bilinen kapitalist modernite dönemini de ‘Genelleşmiş ve Derinleşmiş Kölelik’ olarak adlandırıyoruz.

Bu tarih okumasına göre, tarih ve toplum hep ileriye doğru hareket etmez. Kaynağını Newton’un ‘düzgün doğrusal hareket’inden alan ve tarihin hep ileriye doğru aktığını düşünen görüş, gelinen aşamada hem kuantum fiziğinin ortaya koyduğu yeni veriler temelinde yanlışlanmıştır, hem de güncel yaşam tarihin ve toplumun hep ileriye doğru akmadığını ortaya koymuştur. Yaşanan onca toplumsal sorun, eko-sistemin yok edilmesi, ulus-devletlerin ve egonun yol açtığı dünya çapındaki amansız savaşlar, insanlarda yaşanan kölelik… tarihin, insanlığın hiç de zannedildiği gibi ilerlemediğini, bilakis bir gerilemenin yaşandığını ortaya koymaktadır. Merkezi uygarlık, tarihi kendisinden ibaretmiş ve gerçek tarih kendisinin tarihiymiş gibi yansıtsa da ve bu konuda gerçek anlamda bir tekel olsa da o bir sapmadır, insanlıktan düşme halidir, anormaldir, toplumun doğasında olmayan bir şeydir. Bu nedenle de insanlığın ilelebet hem de kapitalizm koşullarında bu sistemle yaşaması mümkün değildir. İnsanlık ya kendi var oluş koşulu olan toplumsallığı yok ederek, kendi kökünü kazacaktır ya da bu anormal sistem aşılacaktır. Egemenlerin sistemini tarihin çöp sepetine atabilmek için de toplumsal güçlere gerekli olan kendilerine ait, hakikate uygun ve karşıtlarından daha güçlü bir zihniyet dünyasıdır. Çünkü toplumsal ve insansal gerçeklikler inşa edilmiş gerçekliklerdir. İnşa mümkündür. Ezilenler bu kaderi yaşamak zorunda değildir, gerekli olan zihniyetin toplumsal doğaya uygun olmasıdır.

Bu paradigmadan tarihe bakıldığında tüm yerelliklere karşın esasında iki temel zihniyetin, yaşam tarzının ve buna bağlı olarak paradigmanın yaşandığını görürüz. Bunlardan ilki kaynağını ilk toplumdan alan, toplumun doğasına uygun zihniyettir. Her şeyi canlı olarak gören, bu nedenle de herhangi bir toplumsal ve ekolojik sorun yaratmayan bu zihniyetin ne kadar hakiki olduğunu, aradan geçen binlerce yıldan sonra kuantum fiziği de her şeyin canlı olduğunu söylediğinde insanlık daha iyi anladı. Zihinsel ve bedensel bütünlük halindedir toplum. ‘Hakikat bütündür’ tespitinin tüm özellikleri bu dönemde olduğu gibi yaşanır. Toplum tüm bileşenleriyle bir bütündür. Cinsler bir bütündür. İnsan-doğa bir bütündür. İnsanın kendisi bir bütündür, parçalanmış değildir. İnsanın düşündüğü ile yaptığı, yaptığı ile yapması gereken aynıdır. Her iki zekâ türünde denge vardır. Doğadan insan toplumuna da geçen simbiyotik ilişkidir. ‘Ya hep ya hiç’ kuralı bunu her yönüyle açıklar. Bu aynı zamanda neden ‘tüm hakikatlerin kaynağı olarak toplumsal doğa’yı gördüğümüzü de açıklar. Bu ele alış aynı zamanda insan ve toplumun hakikatini de vermiş olur. Toplumsal güçler açısından yapılması gereken toplumun doğasından doğan bu zihniyeti edinmek ve zihniyetten doğan simbiyotik ilişkiyi yaşamın her anına yedirmektir.

Bu zihniyetin karşıt kutbunda da bahsettiğimiz nesneleştiren zihniyet ve ondan doğan devletçi paradigma yer alır. Bu zihniyete en genel anlamıyla özneleştiren-nesneleştiren zihniyet demekteyiz. Bu zihniyet oluştuğu ilk günden beri yaşamı ve toplumun her alanını parçalamayı en temel işi bellemiştir. Yarattığı sanal parçalardan da birini aktifleştirirken diğerini pasifleştirmekte, birini büyütürken diğerini küçültmekte, birini güçlendirirken diğerini güçsüzleştirmekte, özcesi birini özneleştirirken, diğerini de nesneleştirmektedir. Bunu egemen insan (tanrı-kral)-ezilen insan (köle, kul), erkek-kadın, insan (erkek)-doğa ilişkisine yedirerek, çok sistematik bir şekilde teorileştirmiştir. Bunu mitolojik, dini, felsefik ve bilimsel düşünüş döneminde de görmek mümkündür. Başta Sümer mitolojisi olmak üzere tüm devletçi mitolojiler, tek tanrılı dinler, Uzakdoğu’da da en belirgin olarak Brahmanizm; başta Heraklitos, Pisagor, Platon ve Aristo olmak üzere belli başlı filozoflar; Galileo, F. Bacon, J. Locke, Descartes ve Newton gibi modernist paradigmanın temellerini atan bilim adamları çok mükemmel bir şekilde bu özne-nesne zihniyetini örmüşlerdir. Gelinen aşamada fizik bilimi ve toplumsal yaşam ilk insanların özne-nesne ayrımına yer vermeyen, her şeyi canlı gören zihniyetinin doğru olduğunu ortaya koysa da ne yazık ki ideolojik kimlikler adına yapılanlar böylesi hakikat dışı olmuştur ve bugün de hakim algı yine budur.

Bu zihniyetin temsilcileri, toplumu parçalayıp, sınıflar yaratarak demokrasi sorunlarını; kadın-erkek ilişkisini hakim-köle denklemine oturtarak cinsiyetçiliği; insan-doğa birlikteliğini ve bütünlüğünü insandan (erkekten) ‘yana’ bozarak da ekolojik sorunları yaratmıştır. Gelinen aşamada bu her üç konuda da insanlık tam bir çıkmazı yaşamaktadır. Herkes demokratikleşmeden, kadın-erkek eşitliğinden ve ekolojik dengenin öneminden bahseder hale gelmiştir. Bu aslında yaşamın kendisi anlamına gelen bu alanlarda ne kadar sapkın bir hale gelindiğini ortaya koyar.

İşte yeni paradigma ‘demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü’ olarak tanımlanırken, devletçi sistemin kendisini üzerine kurduğu üçlü ayağı yıkarak, yerine yaşamı kurmayı öngörür. Bu yönüyle her üç olgu da öylesine belirlenmiş hususlar değildir. Her üç ayağın da kesinlikle özüne (toplumsal doğaya) uygun olarak yeniden örülmeye ihtiyacı vardır. Gerçek kurtuluş ve eşitlik-özgürlük mücadelelerinin hem kişisel hem de örgütsel bazda başarıya ulaşması da ancak böyle olur.

a-) Canlı İnsan-Canlı Toplum

Yeni paradigma bu zihniyete dayalı bedenleşmeyi de demokratik konfederalizm olarak adlandırır. Demokratik konfederalizm toplumun devlet dışı örgütlenmesidir. Bu örgütlenme komün ve meclislere dayanır. Tüm toplumun aktif bir şekilde söz-tartışma ve karar hakkını bizzat kullanarak kendi kendini yönettiği bir sistemin ifadelendirilmesidir. Güdülen değil yöneten bir toplumun inşasını esas alır. Bu nedenle de doğrudan demokrasi temelinde örgütsüz tek bir insanın bile bırakılmamasını öngörür. Böylelikle toplumun yönünün devlete dönmesi engellenmiş olur.

 Bu zihniyet yaşamı komün halinde algılarken, yanı sıra komünü yaşamın her alanındaki en temel örgütlenme biçimi olarak görür. İnsan tanımını ahlaki ve politik duruşa oturtan bu okumadan, herkesin birbiriyle ilişkisinin toplumsal bir karakterde olması gerektiği çıkar. Yani insan varoluşsal olarak toplumsal olduğundan ona dair her şey de toplumsal olmak durumundadır. O nedenle bu YOL’da insan, toplumun gelişimi, güzelleşmesi için yoğunlaşır, kafa yorar, arar, bulur. Tüm bu edimlere politika denir. Politika yapan insan aynı zamanda bulduğu bu şeyleri uygular, yani pratikleşir, gelişir, geliştirir, güzelleşir, güzelleştirir. Tüm bu edimlerin adı da ahlak olur. Bir şeyin doğasını o şeyin hakikati olarak algıladığından insan türünün doğası olan ahlak ve politikayı insan türünün hakikati olarak görür. Hakiki insan olabilmek için de ahlaki ve politik olmayı şart koşar. İnsan türünün var oluş koşulu olan toplumsallığın gelişmesi için, tüm enerjisiyle bulan (politika), uygulayan (ahlak) ve komünal yaşayan insan YOL’da demektir, böyle davranan bir örgüt ve toplum YOL’dadır. Böylesi bir insanın, toplumun YOL’dan çıkması, toplumsal sorun yaşaması mümkün değildir. Dahası insanlığın şu an yaşadığı tüm sorunlara YOL’un bulduğu çözüm de bu tip insandır.  

b-) Ekolojik Olmak

Yeni paradigma ekolojiktir. Ekolojiyi en temel bir ideolojik bilinç olarak ele alır. Ekolojiyi dar çevrecilikten ayırır. Ekolojiyi çevrecilikle sınırlı ele alan yaklaşımları sistemi reformdan geçirme ve sistemin ömrünü uzatma temelinde değerlendirir. Tüm ekolojik sorunların kaynağını saptırılmış toplumsal gerçeklik olarak gördüğünden, ekoloji anlayışını ‘toplumsal ekoloji’ olarak kavramlaştırır.

Toplumu da eko-sistemi olan ve mevcut durumda bütünlüğünü yitirmiş bir gerçeklik olarak görür ve toplumun ekolojisine kavuşmasıyla (çoklu yapının parçalılıktan kurtularak birbirini tamamlamasıyla) tüm ekolojik sorunların halledileceğini değerlendirir. İnsanların simbiyotik (karşılıklı beslenme) ilişkiyi tekrardan oluşturdukları ölçüde her türden toplumsal sorunun yanı sıra ekolojik sorunların da çözüleceğini belirler.

Bu paradigmanın evren anlayışı animisttir. Bu paradigma evreni canlı ve özgürlük erekli görür. Evreni özünde dayanışma, yardımlaşma, birbirini tamamlama, bir olma ve dengenin olduğu bir canlı organizma olarak görür. İnsanı da evrenin bir gerçekleşmesi olarak ‘ikinci doğa’ olarak tanımlar. İnsan-doğa ilişkisini ana-çocuk ilişkisine benzetir. Hiyerarşik devletçi sistemle bütünlüğünü yitirmiş olan bu ilişkiyi ‘üçüncü doğa’ diye tanımladığı evrede, yeniden bilinçle örmeyi amaçlar. Dolayısıyla YOL’da olmak isteyenlerin her şeyden önce kişisel eko-sistemlerini doğru kurmaları bir zorunluluktur. Kendi içinde bir bütünlüğü yakalayamayan bir kişinin bütün olan hakikati doğru kavraması ve onu temsile kalkışması mümkün değildir. Günümüzün her şeyi parçalayan dünyasında, Önderliğimize dikkatlice bakıldığında müthiş bir bütünlük hemen görülür. Duygularıyla, düşünceleriyle, güdüleriyle, istem ve amaçlarıyla kendi bedeni ve ruhsallığını bir uyum halinde koordine edemeyen, kendini yönetemeyen, kendine güç getiremeyen bir kişinin hakikati temsil etmesi, dolayısıyla YOL’da olması mümkün olmaz. YOL’da olma hali, yani YOLDAŞ olma gerçekliği tüm bunları bir bütünlük halinde yapma düzeyiyle ölçülür. Tüm büyük insanların çok güçlü bir nefs terbiyesiyle hakikate vardıkları bilinir, aynı şeyi Önderliğimizin de yaptığı apaçıktır. Dolayısıyla ‘evrenin en mükemmel bir gerçekleşmesi’ olan ve ‘evrenin özeti’ olarak tanımlanan insanın, mevcut kadavra halden çıkarak, kendi oluşum diyalektiğine uygun olarak kendi ekolojisini kurması YOL’a giriş için şarttır. Kendisine böyle yaklaşan birinin, Önderliğimizin yeni paradigmasını başlatırken, geçmiş yıllarda kafasını kopardığı kuşlardan neden özür dilediğini ve bitki ve hayvanların neden insanlara emanet edildiğini de anlamlandırması kolaylaşır.

c-) Kadın Sistemine Dayanmak

Kadını bir cins olmaktan çok, bir değerler toplamı, bir yaşam tarzı ve sistem olarak değerlendirir. ‘Doğal’, ‘organik’, ‘komünal’ veya ‘ahlaki-politik toplum’ diye tanımladığımız ilk toplumu ana-kadın etrafında şekillenen bir toplum olarak değerlendirir. Bu yönüyle hiyerarşik devletçi sistemi ana-kadın öncülüklü komünal topluma karşı bir çıkış olarak değerlendirir. Devletçi sistemi erkek egemenlikçi zihniyete, ‘güçlü kurnaz adam’a dayandırırken, gerçek olan ilk toplumu da komünal zihniyetli ‘ana-kadın’a dayandırır. Dolayısıyla her iki cinsi de toplumsal gören ama her soluğu özgür olan toplumsal doğayı da kadın sistemi olarak adlandıran bir tarihsel toplum okumasından bahsetmekteyiz. Paradigmamız özgürlük, eşitlik, demokrasi eksenli yürütülen mücadelelerin, tıpkı ‘amargi’ örneğinde olduğu gibi, kadına dönüş arayışları olduğunu söyler. Tüm toplumsal sorunların kadının öncülük ettiği sistemden kopulduğu için yaşandığını ve bu sorunlara da ancak kadının duygu yüklü zekasıyla toplumsal doğaya uygun çözümler bulunabileceğini belirtir. Bir bütün olarak da kadına yabancılaşmayı, yaşama yabancılaşma, ondan uzaklaşmayı da yaşamdan uzaklaşma olarak görür. Kadınla yaşamı özdeş görür. Jin-jiyan denklemini özümser, kendini buna uygun hale getirmeyi, insan olmanın temeline yerleştirir. Buna ulaşmak için de kadın aleyhinde gelişmiş olan birinci ve ikinci cinsel kırılmanın aşılarak, verili erkekliğin aleyhine bir üçüncü kültürel kırılmanın yaşanmasını gerekli görür. Cinsiyet eşitliğini sağlayamayan veya bunu erteleyen kişilerin, hareketlerin, çıkışların yenilmekten, sistemiçileşmekten kurtulamayacaklarını en temel bir doğru olarak görür.

Kadın köleliğini sınıf ve ulus köleliğinden öncelikli görür. Bu nedenle de tüm özgürlüklerin temeline de bu kaynak olan köleliği kurutmayı koyar. Yani kadının özgürleşmesiyle tüm toplumun da özgürleşeceğini savunur. Toplumun özgürlük düzeyini de kadının özgürlük düzeyi ile ölçer. Her iki cins arasındaki uyumu ve birbirini tamamlamayı da ‘özgür-eş yaşam’ olarak kavramlaştırır. Bu kavramlaştırmayla yaşamın herhangi bir biçiminden değil, kendisinden bahseder. Yaşamı öyle anlar, öyle kurgular ve yaşar. Her iki cinsi varoluşsal olarak toplumsal görmekle birlikte yaşamın kadın etrafında şekillendiğini, yaşamı erkek egemenlikli sistemin aksine, kadın merkezli tanımlamak gerektiğini değerlendirir.

Paradigmanın belirttiğimiz bu üç ayağı, bir lanet olan hiyerarşik devletçi sistemin dışına nasıl çıkılacağına dair bir iskelettir. İçi daha da doldurulabilir, ancak bu üç ayaktan herhangi birinde yaşanacak bir aksama kişiyi, örgütü ve toplumu sistemin dışına çıkarmaz. Nasıl ki İslam’ın beş şartı var ise ve İslam olmak için bu şartların tümüne koşulsuz bağlanmak gerekliyse, aynı diyalektik APOCULUK yolunda da geçerlidir. Bu üç ayak, YOL’un iskeletidir. İskeletin içini daha pek çok ölçü doldurmuş haldedir. Ancak tüm hususlar bu iskeletle var olmaktadır. YOL’un yolcusu olmak isteyen kişilerin, örgütlerin, toplumsal kesimlerin gerçekten de amaçladıkları özgür yaşam için bu YOL’un gereklerine göre yürümeleri olmazsa olmazdır. Aksi halde YOL’a girilmemiş, YOLDAŞ olunmamış, dolayısıyla da devletçi sistemden kopulmamış olur. Bu da tüm özgürlük heveslerinin kursakta kalması, sistemiçileşmekten kurtulamama ve öncüllerimizin yaşadıklarının bir tekrarını yaşama anlamına gelecektir. Tekrarı yaşamaktan kurtulmanın tek yolu, YOL’un gereklerine göre davranmaktır.